31 Aralık 2017 Pazar

SÜRPRİZ SEVER MİSİNİZ ?



SÜRPRİZ SEVER Mİ SİNİZ?

Bir havaalanında oturuyorsunuz. Bir anda bir pilot elinde valiziyle şarkı söylemeye başlıyor. Siz şaşkınlıkla bakarken check-inn masasındaki bayan görevli de pilota katılıyor. Bir anda arkanızda keman sesi duyuluyor. Sonra yanınızdaki yolcu kalkıp dans etmeye başlıyor…

Ne düşünürsünüz?

Dünya da çok eğlenceli bir akım var. Ülkemizde de örnekleri olmaya başladı.

Flash Mobb deniliyor bu etkinliğe. Daha önceden sosyal medya üzerinde organize olan, ya da bir kurumda beraber olan insanlar tarafından organize diliyor. Halka açık mekânlarda kendiliğinden, kendiliğinden gibi başlayan eğlenceli aktiviteler yapılıyor. Bu bazen de sosyal sorumluluk kapsamında farkındalık oluşturmak için olabiliyor.

Bireysel silahlanmaya dikkat çekmek veya dünya kadınlar günü vs gibi özel günlerde de yapılıyor. Ya da sadece eğlenmek için. Bu konuda birçok video bulabilirsiniz. Ben en çok ilgimi çeken ikisini paylaşıyorum.

Birinci video da her şey küçük bir kızın bir sokak müzisyeninin önündeki şapkaya para atmasıyla başlıyor. Bunun bir benzeri Türkiye’de Dünya Kadın Hakları gününde bir avm de yapılmış, ama bu örnek çok daha başarılı. Sanırım bir bankanın reklamı için çekilmiş. Beethoven’in 9. Senfonisi. Açıkçası bende klasik müziğe karşı oldukça ilgi uyandırdı. O Videodan sonra klasik batı müziği daha fazla ilgimi çekmeye başladı.

İkinci video da, çok meşhur opera parçalarından olan “Carmina Burana” operasının, bir hava alanında flash mobb olarak sunulması.

Bir flash mobb değildi ama güzel bir sürprize İzmir de rastlamıştım. Geçmiş senelerden birinde, İzmir Konak istasyonunda 29 Ekim Cumhuriyet Bayramında askeri bandonun verdiği konser muhteşemdi. Müziği, enstrümanları vücudunuzun her zerresiyle hissediyorsunuz. Olağanüstü bir duygu. En çok istediğim şeylerden biri canlı bir klasik müzik konserini dinleyebilmek. Umarım bir gün olur.

Güzel değil mi? Hiç beklemediğiniz bir andan böyle güzel şeylerle karşılaşmak.

Yeni yılınız kutlu olsun.






26 Aralık 2017 Salı

İNLEYEN NAĞMELER METROYU SARDI

BENİM DE YENİ YIL DİLEĞİM VAR !!!

İNLEYEN NAĞMELER METROYU SARDI

Soğuk bir Ocak sabahının erken saatlerinde Washington Metro İstasyonu, metroya yetişmeye çalışan insanlarla doluyken, beyaz beysbol şapkasını kaşlarına kadar indirmiş genç bir adam, kemanından önce birkaç nota çıkarır. Sonra notalar arkası arkasına metro istasyonunun duvarlarında yankılanmaya başlar.

Biraz sonra adeta kendinden geçmiş bir şekilde çalmaya devam ederken, kimse Bach’ın en zor icra edilen klasik müzik eserlerinden olduğunun farkında bile değildir. Genç adam 45 dakika boyunca Bach ‘dan dan altı klasik müzik parçası çalmaya devam eder. Konser bittiğinde kimse alkışlamadığı gibi kimse duraklamaz bile.

Konser boyunca Washington Metro İstasyonun en kalabalık saatlerinde kemancının önünden 1100 civarı insan, belki notaları bile duymadan hızla geçip gider. Sadece 6 kişi durup dinler.20 kişi para verir ve keman kutusunda biriken para sadece 32 dolardır.

Washington Post için yapılan bu sosyal deneyde metroda ki kemancı, dünyaca ünlü keman virtüözü Lohusa Bell’dir

3.5 milyon dolarlık Stradivarius kemanıyla metroda verdiği konserin benzeri için, insanlar Boston’da daha kısa bir süre önce 100 dolar civarında para ödemişlerdir.

Deneyin konusu ”algılama, keyif alma ve öncelikler”.Buradaki araştırılan sorular;

Sıradan bir yerde, uygunsuz bir saatte güzelliği algılayabiliyor muyuz?

Durup ondan keyif alıyor muyuz?

Beklenmedik bir ortamda bir yeteneği tanıyabiliyor muyuz?

                Deneyin anlatıldığı Washington Post gazetesindeki makalenin son cümlesi “eğer dünyanın en ünlü müzisyenlerinden birinin dünyada yazılan en iyi eserlerinden birini çalarken onu durup dinleyecek bir dakikamız bile yoksa acaba daha neler kaçırıyoruz hayatta ?”

***

Muhtemelen bu sosyal deneyi duymuşsunuzdur. Washington Post’taki makalenin söylediğine sonuna kadar katılıyorum.

Lakin ilave edeceğim birkaç husus var.

Joshua Bell marka değeri yüksek bir sanatçı. Evet, sadece şirketler, firmalar değil insanlar da marka artık günümüzde. Markalaşma süreci profesyonel tekniklerle yapılıyor ve uzun zaman alıyor. Ve marka değerini arttırmak için PR çalışmaları yapılırken pazarlamak içinde reklam unsurları devreye sokuluyor. Bu kötü bir şey diyemem elbette.

Ama marka olamamış Pr ve reklam desteği olmayan kaç gerçek yetenek harcanıp gidiyor? Büyük umutlarla başlayan hangi hikâyeler hayal kırklıkları ile sonlanıyor?

Bilmiyoruz… Galiba da hiç bilemeyeceğiz…

***

Hayattaki değerli şeylerin genelde yüksek fiyat ödediklerimiz olduğunu zannediyoruz. O yüksek fiyatları ödeyebilecek imkâna sahip olmak için de var gücümüzle koştururken asıl hayatı kaçırıyoruz.

Akşamdan akşama yatmaya uğradığımız için içinde oturamadığımız lüks evlerimize…

Bilmem kaç kilometre hıza, bilmem kaç dakikada ulaşabilen ama hiç o kilometre hızla süremediğimiz jeeplerimize, lüks araçlarımıza…

Bilmem ne fonksiyonlarının ne işe yaradığını çoğumuzun bilmediği son model teknoloji sahibi cep telefonlarımıza…

Sanki sadece sosyal medyada foto paylaşmak için gidilmiş zannedileceğimiz bilmem kaç yıldızlı tatillerimize…

 Ve aslında çok ta gerekli olmayan daha onlarca şeye para yetiştirmek için kendimizi paralarcasına çabalarken hayatı ıskalıyoruz.

Bir daha asla sahip olamayacağımız geri getiremeyeceğimiz en verimli zamanlarımızı saçıp savuruyoruz…

Hâlbuki bedel ödemediğimiz için kıymetinin farkında olmadığımız o kadar çok şey var ki.

Biraz etrafımıza baksak ta bu bedava güzellikleri fark etsek.

Onlardan da zevk almayı, onlarla mutlu olmayı öğrensek.

2017 de ıskaladığımız güzellikleri 2018 de fark etmemiz dileğiyle…




                                               Bahsi geçen sosyal deneyin videosu efendim...

22 Aralık 2017 Cuma

HÜZÜNLÜ GECE





Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkıt ne bilir, Müptela-ı gama sor kim geceler kaç saat.                                                        Sabit


En uzun geceyi ne astrologlar ne de takvimleri hazırlayanlar bilir. O en uzun geceyi en iyi bilenler dertle inleyenlerdir(aşıklardır)...
                                                   
***

Ey gece al hüzünlerim senin olsun...
Kış dönsün bahara
Sabahlar benim olsun...
Saçayım avuç avuç bahar muştularını...
En uzun gece
Bitimi değil belki zemherinin,
Lakin müjdesi değil mi güneşli günlerin ? ...

18 Aralık 2017 Pazartesi

MASAL DİNLEYEN ÇOCUKLARDIK BİZ !

MASAL DİNLEYEN ÇOCUKLARDIK BİZ

Masallarımız vardı bizim, çok eskilerde kalmış gibi görünen ama aslında daha dün gibi hatırlanan. Masal anlatan dedelerimiz ninelerimiz vardı.

Ne çok severdim masal dinlemesini. İlk masallarını hatırladığım aile dostumuz Rukiye Teyze’nin Kars şivesiyle anlattığı masallardı.

-Bi kısso varmış, bi de onun degenegi, diye başlardı anlatmaya. Uzun kış gecelerinde aile ile akşam oturmasına giderdik.” Her genç kızın rüyası Zetina Dikiş makinasının” pedalıyla oynardık uzun uzun. Makinenin ve bizim zarar görmememiz için lastiğini çıkarırdı büyükler. O zaman dikiş makinesi çalışmaz, sadece pedalı ve yanındaki tekerleği dönerdi. Dolmuşçuluk oynardık o dikiş makinesiyle. Oyundan sıkılınca da büyüklerin yakasına yapışırdık ille de masal anlat diye.

O zaman başlardı büyülü dünyamız…

Sonraları okumayı öğrenince ben de masal anlatmaya başladım, okuldaki, mahalledeki arkadaşlarıma.

Kentsel dönüşümün henüz uğramadığı küçük Ege şehirlerinden birinde bahçeli evlerin olduğu sokaklarda doyasıya oynardık. Susayınca terli sırtlarımızla komşu teyzelerden birinin kapısını çalar, bahçedeki çeşmeye ağzımızı dayar, sırayla kana kana su içerdik. Yakan top, kaydırak, beştaş,9 kiremit, çelik çomak ve daha onlarca çeşit oyunumuz vardı. Bahçe yıkandıktan sonra kapıların önünde akan suda kâğıttan kayık yüzdürürdük de kimse “ayy mikrop kapacaksınız “diye azarlamazdı. Arada bir anlaşmazlığa düştüğümüz, kavga ettiğimiz de olurdu. Çelme çakan arkadaşımızla, daha dizlerimiz kanarken yumruklarımızı sıkıp kavgaya tutuşurduk, ama iş fazla büyümez, komşu teyzelerden biri araya girip herkesi yatıştırırdı. Yorulup acıkınca el tezgâhlarında dokunmuş kilimlerimizi kaldırım üstüne yayar evcilik oynamaya başlardık. Yine komşu teyzelerden birinin elimize tutuşturduğu, üstüne toz şeker ekilmiş Sana yağlı, yâda salçalı ekmeklerimizi iştahla yerken, işte o zaman masal anlatma vakti gelirdi. Kitap okumayı sevdiğim için, ben de daha çok masal olurdu ve genel de masal anlatma görevi bana düşerdi.

Dede Korkut, Binbir gece, Keloğlan masalları anlatırdık. Develer tellal, pireler berber iken başlardı masallar. Hep az gider uz gider dere tepe düz gider ama ancak bir arpa boyu yol giderdik.

Neler yoktu ki o masallarda. Fakir ama padişah kızına talip olacak kadar özgüvenli Keloğlanlar, Tepegözler, kılık değiştiren peri kızları, ağlayınca inciler saçan güldükçe güller açan güzel kızlar, derdini sabır taşına anlatan yetim sultanlar, ağlayan ayvalar gülen narlar, korkunç ama merhametli dev anaları, bir adımda dağlar aşan ifritler daha neler.

Genelde padişahların üç kız ya da üç oğlu olurdu. Hep kızların en küçüğü en güzel, en akıllı ve en iyi kalpli olurken, şehzadelerin de en yakışıklısı, en cesuru, en güçlüsü en küçük şehzade olurdu. Masalların sonunda muhakkak iyiler kazanır, sonrasında kerevete çıkılır, gökten düşen üç elma hepimize isabet ederdi.

Masal anlatmanın mekânı yoktu. Her yerde anlatılabilirdi. Okulda teneffüs aralarında, sokakta kaldırıma yaydığımız kilimlerin üzerinde, boş arsalardaki taşları dizerek yaptığımız evlerin içinde… Ama en zevklisi uzun kış gecelerinde anlatılanıydı. Isınma için tek vasıta soba olduğu için, genelde tüm aile evin en büyük odasında kurulan sobanın olduğu odada yatardı. Yer yataklarına yâda divanlarda açılan yatakların içine uzanır, yorganı boğazımıza kadar çeker, lambayı söndürür tavana vuran soba alevlerinin oynaşan ışığında annemizin anlattığı masalları dinlerdik.

Şimdiki çocuklar gibi dokununca kırılan camdan psikolojilerimiz yoktu. Yaramazlık yaparken kulağımızın çekilmesini, ya da terlik yemeyi de göze alırdık. Ama hiperaktifliğimiz, disleksimiz, astımımız, çeşit çeşit alerjilerimiz de yoktu.

Artık, annaleremizin, babaannlerimizin, dedelerimizin, ninelerimizin, bibilerimizin, amelerimizn, nenolarımızın anlattığı yüzlerce seneden süzüp gelen, binlerce insanın katkısı olan masallarımız yok. Onun yerine psikolog tavsiyesiyle yazılan masallar var. Atına atlayıp kılıcını kuşanan şehzadeler yerine çuf çuf trenler, tepegözler yerine parka giden tavşancıklar, peri kızları yerine avm de alışveriş yapan Sindy’ler, bir dudağı yerde bir dudağı gökte devanaları yerine tek boynuzlu unicornlar var.

Yok hayır… Bu günlerin yerine o günleri önermiyorum. Sadece o günleri özlüyorum. Ama O günlerinde, o masallarında artık “masal” olduğunu biliyorum.

Ama zaman zaman da düşünmüyor değilim, acaba o masalların yerine koyduklarımız yetiyor mu?

 Peki, o zaman geleneksel masallarla değil, sadece psikolog eşliğinde yazılan naif masallarla büyüttüğümüz çocuklarımız, biraz büyüyünce ya da ergenlik çağında, neden o ucube romanlara sarıyorlar? Bizim kaybolan Keloğlan, Dede Korkut ya da Bin bir Gece masalları yerine, vampirlerin zombilerin kurt adamların olduğu romanların dizilerin müptelası oluyorlar.

Bilmiyorum… Sadece düşünüyorum…

Acaba bu konuda akademik araştırmalar yapmak gerekir mi ki?




6 Aralık 2017 Çarşamba

KADININ SEÇME VE SEÇİLME HAKKI !

Yeni bebeği kız doğan  arkadaşıma kayınvalidesinin teselli cümlesi ”olsun kızım, o da Allah’ın”  yarattığı Hâlbuki arkadaşımın hayali ilk bebeğinin kız olmasıydı ve öyle olduğu haberine ne kadar sevinmişti.

Kadın erkek eşitliği meselesi  çok su götüren bir mevzu. Bence kadın da erkek de tek başına yarımlar. Ancak bir araya gelince anlamlı bir bütün olabiliyorlar. Dünya dengesi eksi artılar üzerinden sağlandığı gibi insanlık dengesi de kadın ve erkek üzerine kurulmuş

5 Aralık Türk kadınına seçme ve seçilme hakkının verilişinin yıl dönümü. Bu hak Dünya’da kadınların büyük çabaları sonucu elde edildi. Cumhuriyet döneminde elde ettiğimiz bu hak  ve diğer kadın hakları için, Osmanlı döneminde de kadınlar aslında bayağı bir gayret sarf etmiş.

Bu konuda etkili çalışmalar yapan çeşitli kadın dernekleri ve çıkarılan dergiler var. Mesela Osmanlı  Müdafaa-i  Hukuk-ı  Nisvan Cemiyeti (Osmanlı Kadınının Haklarını Savunma Derneği)kadın hakları için yaptığı diğer çalışmaların yanında, ilk feminist kadın dergi  olan” Kadınlar Dünyası “ dergisini  de çıkarmış. Derginin yazar kadrosundan mürettiplerine varıncaya kadar hepsi kadın. Kadınların hak ve hukuku tanınmadıkça erkek yazılarına yer verilmeyeceği” belirtiliyor. Tabi 1. Dünya savaşı ve ardından gelen Kurtuluş savaşı nedeniyle bu çalışmalar yarım kalıyor. En nihayetinde Cumhuriyet döneminde  5 Kasım 1934’te kadınlara seçme ve seçilme hakkı veriliyor
***
                Batı dünyasında da kadınlar oy kullanma hakkına sahip olmak için  çok mücadele etmiş, aşağılanmış, tutuklanmış, açlık grevi yapmışlar. Bu dönemde erkek cephesi de boş durmamış. Aşağıda göreceğiniz  resimler kadın haklarının ne kadar tehlikeli olabileceğini anlatmak için 100 yıl kadar öncesinde Batı’da kartpostal olarak  basılmış. Bu kartpostallarda kadının evinin yeri olduğu, kadın haklarının aile değerlerini nasıl yok edeceğini anlatan  düşünceler anlatılıyor. Gerçi kadınların yılmaz mücadeleleri sonucu statüleri  değişmiş olsa da bu kartpostallar, erkeklerin kadına bakış açısını göstermesi açısından ilginç. Bu kartpostallar Kadın ve Cinsiyet Çalışmaları yapan Prof.Catherine H. Palczewski’nin 15 yıl boyunca biriktirdiği koleksiyonundan parçalar.

Şimdi bize komik gelen bu resimler asılında kadınların nelerle uğraşmak zorunda kaldıklarını gösteriyor.

Ve son söz diyorum ki konu kadın olunca Doğu Batı insanı olarak yokmuş (!)  aslında birbirimizden farkımız…




1 Aralık 2017 Cuma

HÜZÜNLÜ MEVSİMDEN SICAK BİR GÜLÜMSEME KİTAPLAR !


HÜZÜNLÜ MEVSİMDEN SICACIK GÜLÜMSEME KİTAPLAR!

Koca şair Yunus ne güzel demiş

“Bir ben vardır bende, benden içeru”

Benden içeru bir ben, bende de var ama bir değil birçok. Seç beğen al da diyemiyorum çünkü tek ambalajda. Yani seçemiyorsun hepsiyle yaşayacaksın mecbur. Öyle olunca birbirinden farklı benlerle yaşamak kolay değil, kakofoni gürültü oluyor sık sık. Eh bazen de birazcık kavga.

Bunlar öyle  İd-Ego-Süperego  gibi afili benler değil üstelik. Basbayağı bacılar koalisyonu. Dantel Bacı ile Domestik Bacı bizim Entel Bacıya karşı birlik olup kazan kaldırdılar. Zaten uzun zamandır Dantel Bacının Yüncü vitrinindeki rengârenk yünlere iç geçirerek bakmasından belliydi böyle olacağı.

Her şey bir yün bere örmek için adımımı yüncü dükkânından içeri atmamla başladı. Arkası geldi. Hali hazırda dördüncü bere atkı takımımı örüyorum. Sırada yeğenime hırka örme var. Dantel Bacı faaliyete geçerde Domestik Bacı durur mu? Oda canım “içli köfte istiyor ama dışarıda pahalıya, gelir ben evde yaparım”  diye aradan girdi, o giriş. Aşure, Biber dolması, triliçe, wafle, içli köfte derken işi büyüttü. Ben biliyorum hedefinde bir altın gününe kapağı atmak var ama zor işte şimdilik ekran karşısında yemek programlarında tarif topluyor.

Çok utanarak söylüyorum ki yemek programları derken, tövbe istiğfar ettiğim dizilerden birkaçını da seyretmeye başladım. Ama inanın Domestik&Dantel Bacıların oyununa geldim. Örgü örerken boş durma dediler kanıma girdiler. “Ama Gerbner diyor ki” diye başlayan Entel Bacıya, ellerini bellerine koyup öyle bir baktılar ki zavallı pıstı kaldı.

Ama Entel Bacı da size film izleteyim diye kandırıp 90 lar ve 2000 lerde çevrilen sanat filmlerinden izletti zavallılara. Eh yaşasın intikam, yaşasın kötülük nah hah ha.

Yok, çok ta haksızlık etmeyelim Türk sanat filmlerine, aslında heyecanlılar bile.10 dakika kameraya bakarak sigarasının dumanını üfleyen Nuri Bilge Ceylan kaşını oynatınca bizde bir heyecan ”Aha kaşı kıpırdadı, bakalım sırada hangi aktivite var. Bence bu sefer dumanı üflerken dudaklarını büzecek “.Ya da 15 dakika eşzamanlı olarak çamurlu köy sokaklarında yürüyen kızı kamerayla beraber takip ediyoruz. Heyecanla bekliyoruz acaba ne olacak.15 dakikanın sonunda kız bir evin kapısını çalıyor ve diyor ki “annem seni çağırıyor ”Biz de şok tabi… “Aa adamın başının yarısı kadrajın dışında kalmıış” diyen Dantele bizim Entel “yok ya öyle değil, o bir sembolik anlatım. Adamın kafasının filozofik düşüncelerle dolu olduğunu anlatıyoo” diye trollüyor. Bizimkiler de inanıyor garipler…

Bide Kezban Bacı var. O her şeye karşı, her şeye muhalif çaçaron bişey. Tüm gün içten içe söylenir. Battaniyesini dizlerine alıp kahve içerken kitap okuyan Entele, aşurenin dibini tutturan Domestik’e, ördüğü bereyi yanlış ilmekle başlayan Dantele.

Sadece evle kalsa yine iyi. Kaldırımdaki ağacı budayacağım derken kuşa çeviren alt kattaki bakkala, kapının önünde top oynarken küfreden mahallenin veletlerine, ağacın dibine kediler su içsin diye koyduğu su kabına sigara izmariti atan magandalara, balkondan çiğdem çitleyip aşağı kabuklarını atan karşı komşuya. İyi hoş da bazen başını belaya sokacak diye korkuyoruz. En son gecenin geç saatlerinde motosikletinin egzozunu bağırtarak geçen beyefendinin (!) kafaya elmayı yapıştırıyordu kii, son anda yetişip pencereyi kapattık.

Eh bu kadar kakofoniye karşılık bizim Entel sesini çıkarmadan fırsat buldukça kitap okudu. Da listesi de pek uzun anacım.65 kitaba ulaşan listede daha okuyacağı epey kitap var. Eh napalım listeyi yapan o.

Hâsılı kelam sonbaharı da bitirdik hayırlısıyla. Bakalım kışı ne yaparız. Dantel&Domestik bacılar izin verirse yazmaya ağırlık vereyim diyorum. Lakin bizim Dantel Bacı anneden kalma kanaviçelerle patchwork yatak örtüsü dikme hayali kuruyor. Domestikte evin düzenine takmış bir bardak sehpanın üstünde kalsa kıyameti koparıyor. Bakalım artık ne yaparız.

Bunlar da sonbahardan bana kalanlar…



1 : TANİOS KAYASI = Amin Maalouf







Başka milletlerin birbirlerine bakış açısını ve eş zamanlı tarihin  algılanış biçimlerini merak ederim.Bu kitapta Hıristiyan Arapların gözünden Osmanlı var.150 yıl önce kendi ülkelerinden kilometrelerce uzakta Amerikalı ve İngilizlerin Ortadoğudaki güç mücadeleleri anlatılıyor.İlginç bir roman

 2: PUSLU KITALAR ATLASI =İhsan Oktay Anar






Platon'un "Mağaradaki Gölgeler" alegorisindeki anlatım benzeri ,zaman ve gerçeklik kavramları üzerinden kurgulanmış bir roman.Tarihe bir yolculuk.Hayal ve gerçekliğin sorgulanması.Güzel bir Roman.Oldukça sevdim.Yazar İhsan Oktay Anar'ın akademisyen bir felsefeci olduğunu hatırlatmakta yarara var.

11 Kasım 2017 Cumartesi

SORUMLULUKLARIMIZIN FARKINDA MIYIZ ?


Yaşam kalitemiz, sadece elimizdeki imkânlarımızla değil, yaşadığımız çevre ve toplumun kalitesiyle de doğru orantılı. Ve kendimize yaptığımız yatırım kadar topluma ve dünyamıza yaptığımız katkılar, bolumlu olarak döneceği gibi, yanlışlarda büyüyerek tüm insanları etkileyecektir. Bu noktada sorumluluklarımızın ne kadar farkındayız.

Maalesef ülke ve toplum olarak çok farkında olmadığımızı düşünüyorum. Günü kurtarma endeksli yaşam tarzının getirilerini, sorunlar yumağı olarak hepimiz görüyoruz aslında.

Gelişmiş ülkelerde toplumsal sorumlulukların hatırlatılması ve farkındalık kazandırma adına etkili kampanyalar düzenleniyor. Bunlar ses getirdiği gibi, sorunların çözümü adına adımlar atılmasına da katkı sağlıyor.

Bazen bir fotoğraf sayfalar dolusu sözden çok daha fazlasını hatırlatır. İşte bu kampanyada kullanılan afişler de böyle. İçlerinden beni çok etkileyen bazılarını sizlerle de paylaşıyorum. 



EGZOTİK HAYVANLAR HEDİYELİK EŞYA DEĞİLDİR !!!



İSKELET DEĞİLSİNİZ. ANOREXİYAYA DUR DEMEK ELİNİZDE !!!



BİR ÇOCUĞU BESLEMEK !


PLASTİK ÖLDÜRÜR!!!


                                                             ŞİDDETİ DURDUR !!!


Siz çöplerinizi ayrıştıra bilirsiniz ama onlar ayrıştıramıyor. Geri dönüşüme katıl, yaşadığın dünyayı koru.


TRAFİKTE TELEFONLA KONUŞMAK HAYATINIZA MAL OLABİLİR


EMNİYET KEMERİ


ARABA KULLANIRKEN UYUMAK



TEN RENGİ ETİKET DEĞİLDİR !


YEMEK İSRAFI !


TEHLİKENİN FARKINDA MISINIZ ?


KADINA ŞİDDET !!!



                             BEĞENİ (FACEBOOK) HİÇ BİR ŞEYİ ÇÖZMEZ HAREKETE GEÇ 


  HAVA KİRLİLİĞİ NEDENİYLE DÜNYADA, YILDA 60.000 KİŞİ YAŞAMINI YİTİRİYOR


YORUMA GEREK VAR MI ?


SİGARA ERKEN YAŞLANMAYA SEBEP OLUR !


SİGARA AKCİĞER KANSERİNE NEDEN OLUR!


KADINLAR !!!


KAĞIT KULLANIMINI AZALT,YAŞADIĞIN DÜNYAYI KORU !

CİNSEL TACİZ ÇOCUĞUNUZA BİR TELEFON KADAR YAKIN OLABİLİR!!!



BURADAKİ GÖRDÜĞÜNÜZ SADECE FOTOĞRAF ,ANCAK BAŞKA BİR YERDE HAYATIN GERÇEĞİ !!!

Kaynak:Boredpanda

31 Ekim 2017 Salı

KURNAZ SATIŞ TAKTİKLERİ


KURNAZ SATIŞ TAKTİKLERİ

Bebek tebriki için arkadaşıma gitmiştim. Bir süre oturduk, bebeği sevdim, çay içtik. Sonrasında arkadaşım bebeğini uyutmaya giderken” kapı çalarsa bakar mısın? “ diye ricada bulundu. Tabi ki kabul ettim.

Az sonra zil çalınca bebek uyanmasın diye koşarak kapıyı açtım. Kibar bir delikanlı. Abla üniversite öğrencisiyim birkaç soruluk bir anket yapabilir miyim “ dedi. Kıyamadım tamam dedim. Ayaküzeri diş ve ağız sağlığı ile ilgili birkaç soru sordu cevapladım. Sorular bitti. Çocuk çantasından bir diş macunu çıkardı “abla bu bizim firmanın diş macunu tanıtım amaçlı alır mısınız “ dedi. Ne diyeceğimi şaşırdım. Ben ev sahibi değilim arkadaş ta şu an meşgul” dedim. İyi günler dileyerek kapıyı kapattım. Çocuk üst kata çıktı ama nasıl vicdan yaptım anlatamam.”Y a altı üstü bir diş macunu, ihtiyacı var ki çalışıyor, alsan nolur, sonuçta bir öğrenciye yardım etmiş olacaksın” falan içi sesim habire konuşuyor. Dayanamadım inanır mısınız, gittim kapıda bekliyorum. Çocuk inerken kaçırmayayım diye.

Epey bekledikten sonra ayak sesleri geldi, hemen kapıyı açtım seslendim.”Bir dakika durur musunuz, o diş macunundan almak istiyorum “deyip çocuğu çağırdım. Neyse çantasından bir paket macun uzattı fiyatını sordum “15 lira abla “dedi. Bir duraladım bu orta boy macunu en fazla 6-7 liraya marketten alırsınız. Ama çocuğu da durdurmuş bulundum. Kalsın diyemedim, aldım macunu.

Biraz sonra bebeğini uyutan arkadaşım geldi, konuşmaları duymuş ne olduğunu sordu. Macunu uzattım” sana ev hediyesi aldım” deyip verdim. Sonrada olayı anlattım. Arkadaş bastı kahkahayı.

Zaman, zaman sizin de başınıza gelmiştir. Tencere almak için gittiğiniz mağazadan elektrikli süpürge alarak çıktığınız, yâda çorap alayım derken ne olduğunu anlamadan, kendinizi elinizde elbise paketleriyle mağazadan çıkarken bulduğunuz olmuştur.

Bu durumlarda hemen kendinizi suçlamayın uyanık satıcıların taktiklerine maruz kalmış olma olasılığınız kuvvetle muhtemel.

Artık bütünleşik pazarlama sistemleri ile profesyonel bir şekilde satış artırma yöntemleri kullanılıyor, ama o başka bir yazı konusu. Ya Aristoteles’in retoriği, pazarlama için ders olarak okutuluyor daha ötesi var mı?

Bu yazıda çok kullanılan birkaç psikolojik satış yöntemini anlatacağım.

Kapıyı Aralama Taktiği

Bakınız benim karşılaştığım yukarıdaki durum.

Kapıyı Kapatma Taktiği

-İyi günler mezuniyet kıyafeti bakmıştım.

-Tabi buyurun çeşitlerimiz bunlar.

Bakılır denenir birisi beğenilir fiyatı sorulur

-? Lira (Fiyat oldukça yüksektir ama ne çare kızınız çok beğenmiştir)

-Hanımefendi sizin hatırınız için? Lira olur.

-Hayırdır tanışıyor muyuz? Ne zaman hatırım oldu?

-Yok, yine de yüksek.

-Hanımefendi sizin için personel indirimimi kullanacağım "Ya kızcağızım senin personel indirimin kaç kişi için geçerli ki?" Hem neden kendin ya da arkadaşın için değil de benim için kullanasın?

-Hangi kredi kartı kullanıyorsunuz?

-YYY kartı

-Bakın bizim kredi kartına 3816 taksitimiz var, sizin bankanın kartı da artı 276 taksit daha veriyor. Bu güzel kızı kırmayın. Çokta yakıştı bla bla…

Ayırdığınız bütçenin iki katı fiyata aldığınız elbiseyle çıkarsınız.

Gitgide Artan Ricalar Taktiği

Zırr Telefon

-İyi günler hanımefendi. Numaranızı arkadaşınız falancadan aldık. Biraz vaktinizi alabilir miyiz?

-(Ya bu kız numaramı neden verdi ki? )Tabi buyurun

-Efendim biz piyasaya yeni çıkan ** marka halı yıkama makinesinin tanıtımını yapıyoruz sizi ziyaret edebilir miyiz?

-Halı yıkama makinesi almayı düşünmüyorum.

-Hanımefendi biz sadece tanıtım yapacağız. Sizin de halınız yıkanmış olur. Çevrenize ürünümüzü anlatmanız bizim için yeterli. Satın almak zorunda değilsiniz.

-(Hay Allah napsam. Nasıl olsa almayacağım. Gelsinler bir bakalım. En azından halım yıkanmış olur)

-Tamam buyurun. Hanımefendi komşularınıza da haber verir misiniz?

-(Hay Allah bu nerden çıktı. Şimdi misafir çay boşta verilmez. Ama baştan tamam demişte bulunduk.)

-Eh tamam çağırayım.

O gün konu komşu toplanır. Halı yıkansın diye eşyaları mecburen toplarsınız. Çay kahve servisi yaparsınız. Deterjan vs. hazırlarsınız. Satış Pardon! Tanıtım (!)  elemanları gelir. Uzun uzun ballandıra, ballandıra anlatırlar. Yalap şalap şap halınızı ıslatıp şöyle bir üstünden geçerler. Giderken de üç arkadaşınızın telefon numarasını isterler. Bir an önce bitsin bu iş diye verirsiniz üç telefon numarası... Misafir, şamata, satıcıların çığırtkanca tanıtımları vs. vs. O halıyı silseydiniz daha az yorulurdunuz. Allahtan komşulardan biri o makineyi 1514 takside almayı kabul etmiştir de sizin üzerinize daha fazla gelmezler tanıtım (!) elemanları.

Ohh halınız da mis(!) gibi oldu.

Borca Sokma Taktiği

-Şu vitrindeki kırmızı kazağın fiyatını öğrenebilir miyim?

-Tabi buyurun hanımefendi, içerde başka çeşitlerimizde var.

-Bakın o kırmızı kazağın sarısı da var. Başka bir modelde göstereyim.

-Yok, ben sadece fiyat soracaktım.

-Tamam hanımefendi. ? Lira. Ama bakın daha uygun fiyatlarımızda var.

-Yok, ben sadece sormuştum.

-Olsun hanımefendi siz bir görün. Bakın bu sezon malı harika bir ürün. Almak zorunda değilsiniz isterseniz bir deneyin

-Yok, ben almay…

-Almayın hanımefendi bakın rengi gözlerinize ne kadar uydu. Sadece bir deneyin.

-Ama…

O sırada eli çabuk satıcı onlarca ürünü açmış tezgâhın üzerine sermiştir. Elinde tuttuğu kazağı yarı zorla elinize tutuşturmuştur.

-Şey üzerimde o kadar nakit yok.

-Hanımefendi kredi kartına 5345 taksite bölüyoruz. Kaçırmayın bu kazağı. Bla bla…

Elinizde paketle çıkarken.(Ya ben sadece öylesine sormuştum.)

Satıcı kişi için birçok zahmete girer ve ürün seçeneklerini sunma konusunda çok fazla emek harcarsa, kişi kendini ona karşı borçlu hissetmeye başlar. Aradaki eşitlik, denge bozulur ve kişi durumu telafi etmek için ürünü satın almaya hazır hele gelir. Bunun bilincinde olan satıcılar da amaçlarına ulaşmak için hedefe bu dengesizliği hissettirip borçluluk duygusu uyandırmak için, onun talebi olmaksızın çaba harcarlar.

Sadece O Dekil” veya Satışı Tatlandırma Taktiği

-Beyefendi el blenderi var mı?

-Tabi efendim, buyurun çeşitlerimizi gösterelim.

-XX ürün? Lira. Ama bakın kampanyalı bir ürünümüz de var. Bu mutfak robotunun içinde karıştırıcı artı mikser ve doğrayıcı var.

-Yok, ben sadece  WW marka blender bakmıştım.

-Ama hamfendi bu robotun fiyatı diğerinden sadece *** fazla. Bunun yanında mikser ve doğrayıcı var. Hem de taksit yapıyoruz.

-Ben şu marka el blenderi  istiyordum.

-Hamfendi sizi temin ederim buda aynı kalite. İnanın evimde ben kullanıyorum. Boşuna markaya fazla vereceksiniz. Bla bla…

-Biraz sonra almak istediğiniz fiyatın iki katına, aslında kullanmayacağınız fonksiyonlara sahip robotu alıp çıkıyorsunuz.

Hedef isteği kabul edip etmediğini belirtmeden istekte bir azaltma( indirim yapma) gerçekleştirilir ya da daha cazip hale getirerek değişikler  (hediye verme ) yapılır. Bu teknikle karşılıklılık ilkesi vardır; birisi siziz için bir iyilik yaptığında, indirime ya da hediye verme yoluna gidildiğinde, siz de onu iyilikseverliğine karşılık verme yönünde bir sorumluluk hissedersiniz.

Once Ver Sonra Geri Al Taktiği

Hedefe son derece cazip gelecek koşullar (düşük fiyat, uygun ödeme koşulları gibi) vaat edilir. Bu vaadin etkisiyle, kişi ürüne daha sıcak bakmaya başlar, adeta bağlılık geliştirir. Hedef, bağlılık nedeniyle cayması güç bir noktaya vardığında, önceden bilinçli olarak yüksek tutulan vaatlerde değişikliğe gidilir, elde olmayan nedenlerle koşullarda bir değişiklik meydana geldiği, vaatlerin bir kısmının gerçekleşmeyeceği belirtilir. Örneğin, müşteriye bir pantolon beğendirilir, çok yakıştığı söylenir, tekrar tekrar aynada bakıp bağlanması sağlanır. Ardından da fiyatın satıcı tarafından yanlış etiketlendiği belirtilir. Bu süreçte, önerilen tutuma (ürüne) bağlılık geliştiren müşterinin satın alma fikrinden vazgeçmesi olasılığı düşüktür.

Evet- Evet Taktiği

Sigortacıların sıklıkla kullandıkları bir taktiktir. Sosyal güvencenin, sağlık güvencesinin, emeklilik haklarının ne kadar önemli olduğunu çeşitli örneklerle anlattıktan ve hedefe onaylattıktan sonra asıl isteklerine geçerler ve hedefi için ve hedef için en uygun poliçeyi hazırladıklarını anlatırlar.

Evet-Evet tekniğinde, artarda sorular sorularak hedefteki kişinin detaylı düşünmesine izin vermeden ve zihinsel kısa yolunu kullanarak karar vermesini sağlamaya çalışılır. Bu yöntemde hedefe yöneltilen sorular karşısında hızlı bir şekilde cevap beklenildiği için, kişinin merkezi yoldan karar verme sistemi bloke edilmiş olur. Olumlu cevap alınacak soruları başlangıçta sorduktan sonra asıl cevap beklenilen soru en son sorulur. Diğer sorulara “evet” cevabını veren kişi zihinsel olarak son soruya da “evet” cevabı vermek üzere programlanacaktır. Kısacası kişi detaylı bir şekilde düşündüğünde belki reddedebileceği bir teklife, diğer sorulara evet cevabını vermesi ile birlikte, evet cevabını verecektir



1 Ekim 2017 Pazar

AŞURE NELER SÖYLER ?




AŞURE
                Rivayet odur ki Nuh tufanından önce  bütün inananları yaptığı gemiye alan Hz. Nuh onların ihtiyaçları için çeşitli gıda maddelerini de depolar. Bütün hayvan cinslerinden birer çift te gemide kendilerine yer bulur. Vakti zamanı gelir, yerden sular kaynar, gök adeta delinir yere iner. Göz gözü görmez olur, fırtına günlerce sürer, bir avuç insan nereye gittiğini görmeden ne zaman biteceğini bilmeden, günlerce yol alırlar. Gel zaman git zaman fırtına diner, yağmurlar kesilir, güneş gülen yüzünü gösterir ve gemi ağrı dağına demirler.

İnananlar şükürle karaya ayak basarlar. Kalan erzakları indirirler, yemek vaktine hazırlık için. İki  avuç buğday kalmıştır, bir avuç nohut, bir avuç fasulye. Çömleğin dibinde belki biraz bal veya pekmez, birer parça fındık, üzüm kayısı ceviz vs.vs.
                Hz. Nuh tüm bu yiyecekleri toplar bereketli elleriyle bir aş pişirir lezzetli mi lezzetli. Bu hadise Muharrem ayının onuncu gününe denk geldiği içinde adına Arapça 10 demek olan  (aşera)  denir ve zamanla aşure olur bu güzel yemeğin adı.
                Kaç uygarlığın toplamıdır Anadolu. Kaç milletin birikimidir. Bu birikimden kaynaklı  ne çok, ne güzel geleneklerimiz var, aşure gibi dostluğu, sevgiyi, yardımlaşmayı, paylaşmayı anlatan.
Kendimize benzeyenlerle arkadaşlık etmek, dostluk kurmak ne kadar kolay ve konforlu. Ama bize ne katıyor? Bize benzeyen, kendisinde bizi tekrarlayanlar…
                Aşure normal şartlarda beraber düşünemeyeceğimiz  beraber pişirmeyeceğimiz gıdaların toplamı olduğu için bu denli lezzetli değimli. Fasulye ile şekeri, nohutla kayısıyı, üzümle buğdayı yan yana düşünmeyiz pek ama bir araya gelince ne muazzam bir birliktelik oluyor. Anadolu gibi
                Sadece tek çeşit veya iki çeşitle yakalanabilir mi bu aroma?  Ayırmamak gerekli nohutu, fasulyeyi, buğdayı, narı, üzümü, kayısıyı, cevizi ki aşure olsun. Ayırmamalı Türk’ü, Kürt’ü Alevi’yi, Çerkez’i, Laz’ı, Ermeni’yi, Rum’u ki Anadolu olsun
                Benzetmek için uğraşıyoruz var gücümüzle insanları kendimize. Ayrı yaratmış ise yaradan gerek var mı benzetmeye çalışmaya birbirine?  Aşureyi robottan geçirsek mikserle iyice yedirsek birbirine aşure diye bir şey kalır mı? Gerek var mı buna?  Nohut nohut olarak kalmalı, fasulye fasulye olarak, ama her biri vermeli ki tadını, aromasını birbiriyle zenginleşsin
                Bereket demektir aşure. Bir avuç buğday, bir avuç fasulye, nohuttan kazan dolusu aşure çıkar ama şekerle birleşmeli  iyice kaynamalıdır ki o ayrı ayrı malzemeler, bir olsun birbirinde çoğalsın. Anadolu’yu bizi bir arda tutan, tutacak olan sevgi gibi, saygı gibi.
                Yalnız yenen aşure lezzetinden ne çok şey kaybeder. O ancak konu komşu, akraba dostla paylaşılınca aşure olur gerçek anlamıyla. Anadolu’da komşuya götürülen aşure tabağı yıkanmaz ve boş geri verilir her zamanki alışkanlığın aksine. Karşılıksız  vermenin, beklentisiz olmanın adıdır aşure.
                Aşure Anadolu’nun ruhudur, özüdür, anlamıdır, zenginliğidir. Dünyanın ihtiyacı varken bu zenginliğe biz nelerle uğraşıyoruz ya rabbi…

 


***Daha önceki Aşure yazımı yeniden paylaşıyorum.Bu güzel geleneğimizin güzellikleriyle, Muharrem ayının bereketi ve rahmetiyle gelmesini dileyerek.***


20 Eylül 2017 Çarşamba

SEVGİ NEYDİ ?




Genç doçent kendisini dikkatle dinleyen bir amfi dolusu tıp öğrencisine yumuşak bir ses tonuyla anlatıyor.

-Vakamız yatağa bağımlı. Bırakın yürüyebilmeyi ayakta durmayı, oturabilmek için bile yardıma ihtiyaç duyuyor. Destek verilmediği sürece oturamıyor. Acıktığını veya susadığını söyleyemiyor. Bu ihtiyaçları olduğu zaman anlamsızca haykırıyor bağırıyor. Ağzında dişleri olmadığı için de yiyecekleri çiğneyemiyor. Onu bir şekilde beslemek zorundasınız.

-Uykuları düzensiz. Gündüz deliksiz uyuyabildiği gibi gecenin bir yarısı feryatlarla uyanıp herkesi uyandırabiliyor. Bağırsak faaliyetleri düzensiz olduğu gibi, tuvalet ihtiyacının farkında değil ve kontrol de edemiyor. Onun için bez kullanmak zorundasınız.

-Konuşamıyor, konuşulanları anlamıyor. Ama sevgiyi fark ediyor ve sevgiyle söylediklerinize, gülümseyerek karşılık verebiliyor. Eline verdiğiniz bir objeyi almak için uzanamıyor, ancak eline tutuşturursanız sımsıkı kavrayabiliyor.

-Mesai kavramı olmadan 24 saat onun her ihtiyacını karşılamak zorundasınız hem de hiçbir ücret almadan. Alabileceğiniz tek karşılık, belki bir gülümseme olabilir.

-Ne dersiniz böyle bir göreve talip olur musunuz?

Koca amfiden çıt çıkmıyor, öğrenciler dehşet içinde hocalarını dinliyorlardı. Kocaman açılmış gözleriyle kafalarını iki tarafa sallayarak olumsuzluk belirttiler.

Tebessümle öğrencilerine bakan genç doçent, onlardan gelen olumsuz karşılık üzerine

-Ama dedi ,”benim evimde böyle bir vaka var ve ona sonsuz hem de hayatımda tatmadığım bir sevgiyle bakıyorum. Ve her ihtiyacını karşılamayı hayatımın en öncelikli vazifesi olarak görüyorum.”

-O benim henüz 3 aylık olan bebeğim…

 

***

Sevginin gücünü anlatan bu güzel hikâyeyi, bir yerlerde okumayan ya da birilerinden dinlemeyen yoktur sanırım. Çok sevdiğim bu hikâyeyi bir de ben, kendi kelimelerimle anlatmak istedim.

***

Eskiden sevgi, bir his ve duygu durumu olarak tarif edilirken, günümüzde daha farklı tekniklerle adeta görünür hale getiriliyor. Artık Nöro görüntüleme cihazlarıyla, gelişmiş laboratuvar teknikleriyle, birçok duygu durumunda beyindeki elektriksel faaliyetler görüntülenebiliyor, hormonal salgılar, ölçümlenebiliyor. Beyinde ki duygusal faaliyet merkezleri belirlenebiliyor.

Sevgi ve diğer duygu durumları, mekanik bir işlem gibi tanımlanabiliyor.

Peki, her şey bu kadar basit mi?

Vücudumuz da, beynimiz de elektriksel faaliyetler oluşuyor, hormonlar salgılanıyor ve biz âşık oluyoruz, seviyoruz, kızıyoruz, nefret ediyoruz, üzülüyoruz vs. vs.

Sevgi nedir? Nasıl bir şeydir? Salt hormonlarla, beyindeki bağlantılarla, elektrik akımlarıyla, nöron faaliyetleriyle açıklanabilir bir şey midir?

Kaç çeşit sevgi vardır mesela? Anneye duyulan sevgi evlat sevgisinin yerine geçer mi? ya da evlat sevgisi eş sevgisinin yerine?

Peki, nerededir sevgi?

Yeri yurdu neresidir? Beyinde mi yaşar kalpte mi biter? Eğer yoksa nereden alınır, nerede satılır? Bitince yedeği var mıdır mesela, yeniden doldurulabilir mi?

Peki, beyinde başlar, kalpte yaşar diyebilir miyiz?

Nasıl bir potansiyeli, nasıl bir yapısı vardır ki fiziksel olarak görevi kan pompalamaktan ibaret olan kalbin, bu yumruk kadar organın içine tüm dünya sığabiliyor. Çeşit çeşit sevgi bir arada var olabiliyor.

Nasıl kocaman bir kaptır ki bu kalp, birbirine benzer benzemez kaç türlü sevgiyi birbirine karıştırmadan, içine alabiliyor. Anne babaya duyulan sevgiyi de, evlada duyulan karşılıksız sevgiyi de karşı cinse duyulan aşkı da, bir çiçeğe bir ağaca, bir kediye, bir kuzuya duyulan sevgiyi de.

 

**** 

Nasıl bir şeydir ki sevgi, küçücük bir varlık için tüm hayatını değiştirmeyi, ömür boyu sürecek bir sorumluluk altına girmeyi kabul ettirir? Onun ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarından önce gördürür, onun önceliklerini kendi önceliklerin haline getirir. Onun için belki kariyerini öteleyip,  hayata gelmene sebep olan anne babandan önce gelmesini sağlayabilir ki. Nerden alınır nereye konur bu kocaman duygu?

Neden sever insanoğlu evladını, onun için kalbi kelebek kanadı gibi titrer? Diğer çocuklardan daha zeki, daha güzel, daha becerikli oldukları içi mi acaba? Ya da sadece neslini devam ettirdiği için mi?

 

Hadi diyelim bebekken sevimliydi, ama ya ergenliğinde? Hem çirkin, hem huysuz, hem tembel oldukları dönemlerinde, nasıl devam eder bu sevgi denen şey?

Nasıl bir çeşit sevgidir ki aşk, o zamana kadar belki varlığından haberdar olmadığınız, nerelerde yaşayıp neler yaptığını bilmediğiniz bir insan için, ailenizi akrabalarınızı bıraktırır. Belki kıtalar arası seyahat ettirir. Milyonlarca seçeneği teke indirip, ömrünüzü ona adamanıza sebep olur. Hayatınızın bundan sonrasını onunla geçirmeyi göze aldırır.

Nasıl bir elektrik akımıdır ki “o” etraftaki tüm insanların görüntülerini silip, elinin ayağının titremesine sebep olur…

Sadece var olma, neslini devam ettirme güdüsü mü?

Nasıl bir ihtiyaçtır ki karşılanmadığında birçok ruhsal problemlere, hatta fiziksel rahatsızlıklara yol açar. Karşılanmayan anne sevgisi güven kaybına, baba sevgisizliği de akademik kariyerde başarısızlıklara sebep olur.

***

Ya olmasaydı sevgi, ne olurdu? Dünya neye benzerdi? İnsan türü nasıl devam ederdi?

Zaten yeterince zor olan hayat nasıl geçerdi?

Düşünün, sevgi denen o şey hiç yok ve hiç bir şey hissetmiyorsunuz, ama tüm yükümlülükler devam ediyor.

Öğretmeninizi sevmeden okula gidiyorsunuz…

Hiç sevmediğiniz çocuklarla anlamsızca hareketler yapıyorsunuz, yani oyun oynuyorsunuz.

Garip ergen tiplerle sosyalleşme adına, saçma davranışlar geliştiriyorsunuz.

Koltuğun altına tıkıştırdığı kirli çoraplarını toplarken söylendiğiniz adam için, ailenizi bırakıyorsunuz.

Saçını parmağına dolayıp omuz silkerken trip adan bir kız için, tek taş denen anlamlı (!) nesneye dünyanın parasını bayılıyorsunuz

Başkasının ağzını sildiği peçeteye dokunamazken, 5 kg lık minyatür bir insanın altını temizliyorsunuz.

Sivilceli, çirkin, huysuz üstelik tembel olmasına rağmen, küstahlıktan ödün vermeyen bir ergen için, gelirinizin yarısını okul taksiti, servis parası ve cep telefonu için harcıyorsunuz.

 

 

Herhangi iki yaşlı insandan farkı olmayan kadın ve adam için, zaten 20 gün olan yıllık izninizde tatil yerine, bayramda onları ziyarete gidiyorsunuz.

Ve hiçbir şey hissetmiyorsunuz. Kalbinizde ılık ılık bir şeyler akmıyor. Midenizde kelebekler uçmuyor. Göz bebekleriniz büyüyerek yüzünüzde kocaman bir gülücük olmuyor…

Mekanik bir şekilde, salt görev bilinciyle bir meslek icra eder gibi, sadece yükümlülüklerinizi yerine getirmek için tüm bunları yapıyorsunuz…

Off, distopya romanlarındaki hayat bile, daha az mekanik ve ürkütücü olurdu herhalde…